Salı, Kasım 06, 2007

i know

bilmek ya da bilmemek işte tüm mesele bu...

biliyorum bazen ve korkuyorum kendimden, insanlardan, bildiklerinden. benimse bilemediklerimden... ve bilmediğimi bildiğimden...

Perşembe, Eylül 20, 2007

pişmanlık

Ey sen insanoğlu….

Nicelerinle tanıştım bazılarına kapılarımı açtım, çok azına nazikçe evde yokuz taklidi yaptım.

Şimdilerde çokça tartışması yaşanan çoğunluk, demokrasiden benim daha da kişisel şikayetlerim var.

Deneme yamulma yöntemini benimsemiş bir insan olarak, hissediyorum o halde yaşıyorum felsefesini saygıdeğer Descartes beyin söyleminden hafif ekarte ederek kullanarak yaşasam da fark ediyorum ki aslında ben de çoğunluğa uymaya başlıyorum.

Annem büyüyorsun diyor hala ısrarla 27 yıldır söylediği gibi. Her dizlerim ağrıdığında, kendimce insanların davranışlarına üzülüp ağladığımda söylediği gibi. “Büyüyorsun ondandır…”

Kim bilir belki de o haklı gerçekten büyüyorum. Garantiler, güvenlikler, az tehlikeli mecralar çocukluğumdaki kendimi savunmalarım kadar kendine yer buluyor olmuş hayatımda.

Oysa ki 15 senedir fazla dehlizlerine girmeden tehlikelerin, kendimi yaralayacak nice olaya imza atmışlığım vardır.

Belki de tek bir olay pişmanlığımla beni yüzleştiren, en büyük günah pişmanlıktır öyleyse ben günahkar değilim savunmalarımı cart diye ortadan yırtan beni buralara getiren. Kim bilir?

Ve ben hala özür dilemelere doyamıyorum…

(ama hala aşık olmak istiyorum yana yakıla, yalvara yalvara...)

Perşembe, Ocak 04, 2007

VAR...

Bir varmış bir yokmuş, bir malmış bir topmuş. Adı birçoklarınca bilinmeyen samimiyet ülkelerinden birinde bir kız varmış, J diye anılan, tanımadığından ürkek davrandığı 3 katlı müstakil bir ülkeye düşmüş olan. Geldiğinde, şimdiye kadar her daim ona öğretilenlere göre yaşaması gerektiğine inandırıldığından, kendi için dışarıya verdiği savaşlardan hafif yaralı, içini açmaya korkan, kendi gibi olanların neslinin tükendiğine inancı pekişmiş.

Diktatörlük rejimi altında yönetilen bu ülkeye geldiği ilk gün bir kızın yanına düşmüş bizimki Nilya diye çağırıla gelen, birçoklarının adını anmaktan keyif aldığı. İzlemiş bir süre J Nilya’yı, bakmış ciddiyet anayasasındaki maddelerce yönetilen bir ülke vatandaşı olmaktan ziyade “olduğun gibi davran” partisinin önde gelenlerinden.

Aradan az bir zaman geçtiğinde hissedilebilirmiş bulundukları odadaki sıcaklık. İlk defa “Tamam” demiş J, samimiyete inancına geri dönmeye başlamış, denyoluğun bir suç olmadığına Nilya’nın onu yargılamamaları sonucu inanmış, kaknem ve dahi meymenetsiz günlerinde dahi ona hiç sormadan derdini sessizce anlayıp kendi haline bırakma metodunu benimsemiş Nilya’ya “dost” adı takmış.

Bir araya gelme sebepleri olan ülke sınırları dışında dahi arar olmuş Nilya’yı… Ülke vatandaşlığından azat edildikleri tatil günlerinde yamacına istemiş Nilya’yı, sanki her şeyi bir Nilya anlar olmuş J için, sanki yaşamak için gerekli gücü ondan alır olmuş. Yok olduğuna inandığı tüm değerleri onda bulmuş bizim J.

Gün gelmiş Nilya başka ülke vatandaşlığına geçmeye karar vermiş. Tek hissedebildiği “Gitme” deyişiymiş bizim J’nin tüm bunlar olurken. Öyle ya sanki giderlerse birlikte gideceklermiş gibi her yere…

Sonra uyanmış ve anlamış J, demiş bunca zamandır diktatörümüz hakkında, hayatın çetrefilliğine bizden de bir cevap verilmesi gerekliliği hakkında tartışır dururuz ve Nilya işte tam da şimdi dışarıyı görme fırsatını ele geçirdi. Bilirmiş zira hiçbir şey kolay gelmezmiş Nilya’nın hayatına, her şeyi savaşıyla kazanırmış Nilya. Bunları düşünebilince sevinmiş Jcağız. Demiş ne mutlu işte istediklerine kavuşmuş bir Nilya var artık. Son kelimeyi tekrar vurgulamış içinden “VAR”. Fark etmiş mesafeler, farklı ülke vatandaşlıkları ve asla aşılamayacağını sandığı sınırlara karşı Nilya hep “VAR” ve hep olacak.

Çocukluktan mıdır denyoluktan mıdır bilinmez ama sevinmiş bizim J.

Nilya gittiği günden beri ne zaman hüzünlenecek olsa kendi içerisinde hep “VAR” diye bir dua mırıldanmış J. Ona güç veren, inanç veren, sevgi veren, samimiyet veren tek duası olmuş bu tek kelime.

İyi ki VARsın…

Cumartesi, Kasım 04, 2006

ilişkileri düşündüm geçen gün peyoteye giderken...bu aralar sıkça düşündüğüm mevzulardan biri zaten kendisi, "ilişki"lenmek mevzuu yani.

düşünüyorum, doğduğumuz andan itibaren birilerine ilişmek kuralıyla karşılaşıyoruz. memnun olup olmadığımızı, ataş misali birilerine iliştirilmek isteyip istemediğimizi bize soran, bize bırakan yok.

devralınmış yaşama tabularıyla karşılaşıp, kabul edip, ilerde öğretmek üzere kendimizi hazırlayıp, zamanı geldiğinde kullanıp, geberip gidiyoruz işte.. nesini bu kadar abartıyoruz ki tüm bunların?
abartmalar tam da işte düşünmeye başladığında ortaya çıkıyor lakin. tüm o kendini bir yere ait hissetmeme ve soru işaretleri arasında kimselere ilişemeden yalnız ölümlere yol alıyorsun.

anneydi, babaydı, kardeşti, kimin ne düşünerek seçtiği belirsiz kelimelere denk düşen akrabalar, bebeklik arkadaşları, büyüdükçe genişleyen mahalle, okul, iş, internet, dışarısı vs. başlıklarından yola çıkarak kendine açtığın ya da düğmelendiğin ilikler.

en beteri ise aşk işte,
iliğinden, ilişiğinden en çok kan akıtanı, yara yalatanı...

birileri girip tüm düzeni alaşağı edip, ardına bile bakmadan seni hayali diyaloglarla başbaşa bırakıp gidebiliyor.

tüm bunları niye bir taksi penceresinin camındaki ışık yansımalarını izlerken düşünür ki insan?

kendini inandırmaya çalıştığı yalanlar üzerine düşünür insan uçsuz bucaksız, ben kendi yalanımı farkettim tüm bu olanların sonucunda. "ben aşka aşığım" yalanımı hazmettim ben bir taksinin arka koltuğunda, sigaranın külü az kalsın bacağıma düşecekken.

ben aşktan nefret ediyorum aslında, beni düşürdüğü tüm o hallerden nefret ediyorum aslında.

özetini çıkarttım zira;

o oluyorum,
o'nu soluyorum,
o beni söylüyor,
ben konuşamıyorum,
o "yok" oluyor,
ben soluyorum...

nesi hoş ki? nesi heyecanlı?

detayları boşverdiğin andan itibaren, tüm o konuşmaları, hissettirdiklerini, bakışları, dokunmaları, kokuları ve tatları çıkart at, aşk başlıyor, gelişiyor, kanırtıyor ve bitiyor işte. başlar, gelişir ve biter, yeknesak olaylar.

niye bu kadar can acıtır, üzerine kafa patlatılır bölümleri ise hala çözülmesi gereken problemler. umarım yakında bu denklenememeleri de çözebilirim. lütfen...

Perşembe, Kasım 02, 2006

Incubus - 11 a.m

Susmuş olduklarıma verilebilecek en güzel cevabı vermişti işte: “Dinlemişti”

Nicedir böyle alıp karşıma konuşmak istemiştim kendisiyle. Kısmet bugünlere imiş. Onun bağlı kaldığı bir tekerlekli sandalye gününde hiç beklenmedik bir Türkfilmivari sahneyle kendisine aklımdan ve dahi hayatımdan geçenleri anlatmak.

Bir şey isteyip istemediğini sordum, hafifçe yüzünü çevirdi benden yana. Baktı sadece işte…
Ve ben kaldım yine, tüm yalnızlığımla, O’na olan tüm aşkımla baş başa kaldım. Hala benden güçlüydü, hala gözlerini gözlerime diktiğinde neler hissettirdiğini biliyordu. O’na acıma numaralarımı yemiyordu işte. Bu sofradan bir şeyler yiyerek kalkmış tek insan bendim.

Evet, bir şey istememişti ama ben yine de bir su getirmek istedim ona. Aslında tam olarak sadece arkamı dönüp gitmek istedim, uzaklaşmak, bakışlarını sırtımda hissederek gitmek, o sırıtışını hiç görmemek istedim.

- Su getirdim.
- Sağolasın. Su verenlerin çok olsun…
(Gülümsedik)

Eskiden olsa bu eskilere has lafı nasıl gür sesle gülmeye hazır söyler, tek bir cümle ile bin bir konuşacak konu bulabilirdik. Ama şimdi sesi her cümlesinde sönük kalıyordu. Şimdi cümle içerikleri daha ön plandaydı sanki. O şaşalı adam ve konuşma tarzı gitmiş, yeni konuşmayı öğrenen bir utangaç çocuk gelmişti yerine.

- E artık ben gideyim…
- Sana doyum olmaz ben doydum diyorsun yani…
(Yine alınganlık, o çocuk konuşması, bana çöken ne diyeceğini bilememe hali)
- Aşkol be canım, bilirsin iş güç..
- Biliyorum, biliyorum… Hatırlıyorum en azından hala. Sen git bak işine ben iyiyim buralarda…

Soramamıştım yine “Ne düşünüyorsun anlattıklarım hakkında?” diye. “Seninle ilgili olanlar ya da başkaları ile ilgili olanlar, sadece ne düşündüğünü söyle bana” diyememiştim işte. Belki de sadece beni her şeye rağmen sevdiğini duymak istediğim için anlatmıştım tüm olanları. Günah çıkartma ayinimden sonra beni kutsaması, affetmesi ve her yaptığımla beni ben olarak kabul edip hayatının başrol kadın oyuncusu seçildiğimi söylemesi için anlatmıştım tüm bunları.

Ama diyemedim, ne istediğimi bile bilemeden.

Ve çıktım, üç katlık merdivenlerin saatler boyu sürmesini dileyerek çıktım kapıyı kendim kapatıp. Ne yapacağını düşünerek, kapının kapanmasını duyduktan sonra. Geri dönmeliydim belki de ne de olsa tek başınaydı, zayıftı, güçsüzdü ve en önemlisi, hayatında hiç muhtaç olmadığı kadar birine muhtaçtı.

Nasıl gelmişti bugünlere? Nasıl almıştı o “taş” adamın yerini bu yeni bünye? Reva mıydı bunlar ona? Tüm çektirdiklerine rağmen beddua etmemiştim ben sanki ona. Bunların başına gelmesi benim suçum muydu ki? Ben miydim tüm bu haksızlığa neden olan?

Sormak istemiyordum artık. Anlatmıştım ya hafiflemem lazımdı. Baktım ki bitmiş merdivenler. Güneşin kendini göstermek için tüm şatafatını takınmış olmasına rağmen karanlık hissi veren Moda sokaklarına çıkmış yolum. O kim bilir ne zaman çıkabilecek tekrar bu her daim sevdiği sokaklara. Bir daha ne zaman çılgınca eğlenebilecek barlar sokağında, ne zaman alkollü cumartesi gecesi sonrası bir Pazar sabahı “hadi sahilde kahvaltıya” diyebilecek bana. Birine ihtiyaç duymadan ne zaman çıkabilecek dışarı?

Zamanlarımın her zaman kralı olmuş o aşık olduğum adama mı anlattım ben az önce her şeyi, her detayı, onu sevdiğim her anı, “o” diye seviştiğim her adamı, onun için döktüğüm her gözyaşını ve sebeplerini ve sonuçlarını? Tarihimi bu kadar hızlı anlatabilmiş miydim ona? Her seferinde ona dönüşümü yeterince vurgulayabilmiş miydim cümlelerimde?

Öylece kalakaldım işte sokağın ortasında. Sağa mı sola mı? Ne tarafa yürümem lazım?

Sahile inmek istedim kısa yoldan, uzun bir yolu az önce yürümüş bir insanın yorgunluğuyla kısa yolu seçiverdim kendime. İçimdeki tüm ağırlığa rağmen engel olamadığım hızlı adımlarımla yürürken güçlü bir ses duydum arkamdan. Güçlü bir varlığı yok edebilecek kadar güçlü bir ses. Dünyanın ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettiren, her şeyi baş aşağı edip, tüm duygularımı ayrı ayrı askılara asan bir ses. Beni Arnavut kaldırımın en dar arasına mıhlayan bir ses, dönemedim geriye. Dönersem gerçek olmasından korktum aklıma gelenlerin. Dönemedim…

Fırladım aniden, koştum, düşünmeden, düşünmek istemeden, yokuş aşağı, sağa sola tamamen içgüdüsel saparak koştum. Durduğumda yol bitmişti, denize varmıştım, gidecek yer kalmamıştı. Belki de ben de atlamalıydım bu boğaza, onun ait olduğu yakanın sularına bırakmalıydım kendimi en son.

Titredim, ilk defa böylesine titredim.

Hapishanesi olan tekerlekli sandalyesinde yana düşmüş başını, yere damlayan kanları gördüm. Üzerinde “i am still the best” yazan turuncu tişörtü yer yer kırmızı damlalarla boyanmış. Batmayan battaniyeye sarılmış, mahkumiyetinin sebebi dizlerinin üstünde bir kağıt. Görmeden, bildim kime yazıldığını, ne yazdığını…

“could we please go back to the start
forgive my indecision

i’m only a man…”

Meydandaki dev saatten gelen dev bir ses ile irkildim baktım, saat 11:00di.

Salı, Ekim 24, 2006

sus(a)mak...

susuyorum ben, düş yakamdan lütfen.
sen su olmadıkça, susmadıkça çıkma karşıma,
halen kararsızken ben beni yıkma...

ben?
birçoklarının tersine "en"lerden yoksun,
hiçlere yol almış,
mana aramış,
makas bulmuş,
kan kokmuş,
yok olamamış ben...

en çok bunu sevmedim mi zaten?

Perşembe, Eylül 21, 2006

Kim bilir?



Kim bilir (bilen olsa zaten yamacıdır yerim) belki de yaşlanmaktan, büyümekten mütevellit içimdeki düşünceleri bastıramaz oluyorum artık. “canım, cicim, her şeyim” leri söylerken sesim çatlayıp, içim patlayıp, daha fazla kabus önsözlü gecelere adım atmamak adına göremiyorumdur kimseleri, kim bilir?

Sustukça gözlerimden fırlayan ateş toplarına dair anlamlar yüklemeye çalışan insanların nasıl hiçbir şeyi anlamadan kendilerini her şeyi bilir kıldıklarına burnu havada yorumlar yapar olmuşum içimden, kim bilir?

Tek başıma olanca anlıklarımla yaşarken kaçtığım vicdan azapları ve pişmanlıklar tutunmaya çalıştığım görüşlere ters düşer olmuş da iç huzursuzluğumu kafesinden salmışım, kim bilir?

Nasıl? ayağa mı kalkayım şimdi?
Duyamıyorum???
Lütfen mi??

Ben zaten hep ayaktaydım ki, oturmaya mı geldik bu hayata? Hem ben biliyorum da mı yaşıyorum aaa...

so you never knew love
until you crossed the line of grace
and you never felt wanted
till you had someone slap your face
so you never felt alive
until you almost wasted away
you had to win
you couldn`t just pass
the smartest ass
at the top of the class
your flying colours
your family tree
and all your lessons in history

please
please
please
get up off your knees
please
please
please

so you never know
how low you`d stoop to make that call
and you never knew
what was on the ground till they made you crawl
and you never knew that
the heaven you keep you stole

your catholic blues
your convent shoes
your stick on tattoos
now they`re making the news
your holy war
your northern star
your sermon on the mount

please
please
please
get up off your knees
please
please
please
leave me out of this

so love is hard and love is tough
but love is not what you`re thinking of

september
streets capsizing
spilling over
down the drain
shards of glass splinters like rain
but you could only feel
your own pain
october
talking getting nowhere
november
december
remember
are we just starting again

please
please
please
get up off your knees
please
please
please
please

so love is big bigger than us
but love is not what your thinking of
it`s what lovers deal
it`s what lovers steal
you know i`ve found it hard to receive
cause you my love i could never believe